İş insanı İbrahim Türker’den komedyen ‘Anlatanadam’a

Komedyenlik için şirketini sattı

İnsanları güldürmek tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hep geçer akçe, komedyenler de buna bağlı olarak şöhretin ve zenginliğin simgesi oldu.
Dünyanın en zengin ilk 5 komedyenin servetleri şöyle; 
Jerry Seinfield… 950 milyon dolar
Matt Stone… 700 milyon dolar
Trey Parker… 600 milyon dolar
Jay Leno… 450 milyon dolar
Byron Allen… 450 milyon dolar

İş insanı İbrahim Türker’den komedyen ‘Anlatanadam’a

Jerry Seinfield

Önceki dönemlere oranla ülkemizde 1980 ve 1990’lı yıllarda tiyatro ve sinema alanında bir hayli azalan komedi yapımları, 2000’den sonra tarihinin en parlak yıllarını yaşamaya başladı. Özellikle komedi türündeki sinema filmleri, birçok komedyeni şöhretin ve zenginliğin zirvesine taşıdı.
Komedi filmlerinin yanı sıra stand up gösterilerinin de büyük ilgi görmesi, daha çok komedyenin kendini göstermesine fırsat tanıdı.
Aralarında biri var ki komedyenliğe yönelme şekliyle meslektaşları arasından ayrılıyor.
İbrahim Türker…
Nam-ı diğer ‘Anlatanadam’…

Milyonlarca dolarlık banka hesapları, en pahalı semtte olağanüstü bir malikane, özel bir jet, tropikal bir ada, evinin özel yolunun ortasına parkettiği kırmızı bir Ferrari…
Bütün bunlara sahip şöhretli avukat, bir gün ortaklardan birine hayatını sadeleştirmek istediğini söyleyerek, malikanesini, adasını, jetini, hatta çok sevdiği Ferrari’sini bile elden çıkarıp Hindistan’a gitti.
Julian Mantle…

Robin Sharma, Ferrari’sini Satan Bilge adlı romanını 2005’te yayımladı.
Yayımlandığı yıl Türkiye dahil birçok ülkede ‘En Çok Satan Kitap’ unvanını elde eden Ferrari’sini Satan Bilge, kariyerindeki başarısının içindeki derin boşluğu gizlemeye yetmeyen ünlü avukat Julian Mantle’ın hikâyesini anlattı.
Ferrari’sini Satan Bilge, okuyucularına hayatta neyin önemli olduğuna ve gurur duyulacak yaşamın nasıl sürüleceğine dair bir öykü sundu.

İbrahim Türker’in İzmir’de 300’e yakın müşteriye sahip şirketi, gayri menkulleri, yatı ve lüks otomobilleri vardı.
Öyle ki bir eli yağda, bir eli balda bir yaşam sürüyordu.
Bütün bunlara sahip iş insanı İbrahim Türker, bir gün ailesine hayatını farklı bir şekilde sürdürmek istediğini söyledikten sonra şirketini Almanlara satıp 2007’de İstanbul’a geldi.

İbrahim Türker, Julian Mantle misali, kendini daha iyi hissetme, hayatını daha da anlamlandırma adına icra ettiği mesleği bırakıp “Tebdili mekânda ferahlık vardır” diyerek yeni bir yolculuğa çıkarak komedyenliğe adım attı. 

Romandaki Julian Mantle’nin kendi uyanış dönemine girmesini geçirdiği kalp krizi sağladı.
Julian Mantle, kalp krizi sonrasında sahip olduğu tüm zenginliğe rağmen hayatı iyi yaşayamadığını, iç huzura sahip olamadığını fark etti.
İbrahim Türker’in kendi uyanış dönemine girmesini ise Beyazıt Öztürk sağladı.
Arkadaş çevresinde de müşterileri arasında da sohbeti özellikle aranan bir kişi olan İbrahim Türker’in komedyenlik yeteneğinin farkına varanlar arasında Beyazıt Öztürk de vardı.

Her şey, 2000’li yılların başında Beyazıt Öztürk’ün İbrahim Türker’in Çeşme’deki yazlığına gitmesiyle başladı. Öztürk, komedyenliğine hayran kaldığı, bunun sonucunda sık sık bir araya geldiği Türker ile yakın arkadaş oldu. Öyle ki Beyazıt Öztürk, evinde ağırladığı arkadaşlarına ‘Anlatanadam’ stand up’ıyla sürprizler yapmaya başladı. ‘Anlatanadam’, Öztürk’ün evinin salonunda yaptığı stand up gösterileriyle seçkin bir çevre edindi. 

Beyazıt Öztürk’ün yanı sıra Sezen Aksu ve Ajda Pekkan’ın da evlerinde ağırladıkları konuklarına ‘Anlatanadam’ sürprizi sunmasıyla İbrahim Türker’in komedyenliğe geçiş yapacağı kapı iyiden iyiye açıldı. Ünlülerin evlerinde stand up yapmasıyla aklı komedyenlikle iyiden iyiye çelinse de İbrahim Türker’in açık olan kapıdan girip profesyonel ‘Anlatanadam’ olarak çıkması için bir işaret gerekiyordu. O işaret de Beyazıt Öztürk’ün “Sen bu dünyanın adamı değilsin, şov dünyasının adamısın. Bırak bu işleri. Haydi, İstanbul’a gel” demesi oldu.

İbrahim Türker'in ilk yıllarındaki bir stand up gösterisi.

İbrahim Türker’in ilk yıllarındaki bir stand up gösterisi.

Beyazıt Öztürk’ten aldığı bu icazetle bir süre sonra ‘Anlatanadam’ olacağı İstanbul’un yolunu tutan İbrahim Türker’in iki amacı vardı.
Birincisi; ‘Anlatanadam’ olarak sahneye çıkıp insanları güldürmek. İkincisi; sahip olduğu tüm birikimini aktardığı yapım şirketiyle İbrahim Türker olarak komedi yapımları üretmek.

İkinci amacını kurduğu yapım şirketinin dolandırılması sonucu çocuklarının kumbaralarını açmak zorunda kalacak kadar yokluğa düşmesiyle yarım kaldı. İlk amacını ise ‘Anlatanadam’ olarak gerçekleştirmeyi başardı.
İbrahim Türker, Habertürk‘e verdiği röportajda varlıklı biriyken komedyenliğe yönelmesinin nedenlerinden, komedi anlayışının ne olduğuna kadar birçok soruyu cevapladı.

‘Anlatanadam’ namını nasıl elde ettiniz?
Doğal ortamımda da tansiyonum düşene kadar bir şeyler anlattığım için bana tüm arkadaşlarım ‘Anlatanadam’ diyorlardı. Ironman gibi bir şey olarak algılamıştım. Çok da hoşuma gitmişti. 2000’lerin başında, Çeşme’deki yazlığımıza bir gün Beyazıt Öztürk geldi. Geldiği günden itibaren sıkı fıkı arkadaş olduk. Ben genç girişimci kredisi alarak gıda ithalat – ihracat şirketi kurmuş biriydim. Beyazıt, tabii şov dünyasının orta göbeğinde, “Sen bu dünyanın adamı değilsin, şov dünyasının adamısın. Bırak gel bu işleri, haydi İstanbul’a gel’ diye beni yedi bitirdi. Bu camianın içerisinde tanımadığım bir insan kalmadı sayesinde. İşte o zamanlardan itibaren bana ‘Anlatanadam’ demeye başladılar işte. Beni tanımayan insanların önüne çıkıp bir şeyler yapmaya alışmıştım. Beyazıt’ın evinde, Sezen Aksu’nun, Ajda Pekkan’ın evinde tanımadığım birçok insanın önünde artık adı sanı belli olan, istek alan hikâyelerimi anlatıyordum. Bir nevi stand up gösterisi yapıyordum. Evde geceler düzenliyordum, her hafta başka bir ekip, başka dostlar gelip kuruluyoruz, önce yemek yiyoruz sonra da karşılarına 70 – 80 dakika anlatıyordum.

Aynı zamanda büyük bir şirketin sahibi ve yöneticisiydiniz. Ticaretten komedyenliğe geçişte zorlanmadınız mı?

‘Anlatanadam’ konusunda profesyonel çalışmıyordum. Ta ki 2000’lerin ortalarına kadar. Kurmuş olduğum şirket çok iyi bir konuma gelince Almanlar ortak oldu. Ben de bunu bir fırsat olarak gördüm ve İzmir’deki şirketin bana ait olan paylarını satarak İstanbul’a geldim. Alper Mestçi ve Beyaz Show’un mizah yazarlarının başında olan Güray Ölgü ile tanıştım. Beyazıt zaten arkadaşımlığım vardı. Bir dönem Beyaz Show’da çalıştım. Aynı zamanda Bloomberg HT’ye ‘Stand Up Comedy’ adındaki programda 26 bölüm stand up yaptım. O aşıyı yedim ve bir daha da başka bir iş yapamaz hale geldim. Para hep ticaretten kazanmayı biliyordum, hayata öyle başladım. Hayatımın çok büyük bir bölümünde hedefin para olduğunu düşündüm ve şükürler olsun çok sağlam para gördüm. Komedyenlik işlerinden ticaretten kazanılabilecek ölçüde bir para kazanılabileceğini düşünmediğim için, profesyonel komedyenlikten yıllarca uzak durdum. En büyük pişmanlıklarımdan biri de budur. Keşke daha önceden profesyonel komedyen olsaymışım.

Hayat standartlarınız değişmiştir. Bu durum bir bunalıma neden olmadı mı?
Eskiden kazandığımla ölçersek şu an ticaretten kazandığım paranın 100’de 1’ini kazanmıyorum. Sanıyorum bazı şeyleri aştım. İstanbul’a ilk geldiğim zaman bir yapım şirketi kurdum. 2007 – 2014 arasında o şirketi çalıştırdım. Çeşitli kanallara 600 küsur bölümün üzerinde iş yaptım. Şirketim, örneğin dev bir stüdyoda 14 kamerayla çekilen, aşağı yukarı 100 kişinin çalıştığı 650 seyircinin önünde çekilen canlı yayın talk show programı yapacak kıvama geldi. Sonra bir profesyonel dolandırıcı tarafından dolandırıldım. Çok büyük bir parayla, sahip olduğum her şeyle dolandırıldım. Her şeyimi kaybettim. Öyle ki çocukların kumbarasını açacak hale geldik. Dışarıya çıkmak için bir gün kumbara kırdık, o kadar yok yani. Bir de bu işin borç harç dışında psikolojik boyutu var. Aldığım ilaçlardan dolayı bir yıl evden çıkamadım. Bunları duyan herkesin ilk sorduğu soru “Eşin ne yaptı?” oldu. Eşim ne mi yaptı? Sonsuz destek oldu, sonsuz… Bir yıllık bunalımdan sonra tekrar yazmaya başladım. Program taslakları, skeçler, öyküler… Bu arada Mesut Süre aramasın mı? “Rabarba Radyo programının düzenli konuklarından biri olur musun?” dedi. İşte aradığım nefes de o program oldu. O dönemlerde eşimin bir sözünü unutamam “Evren seni gerçekten sevdiğin işi yapmaya yönlendiriyor, sen hâlâ iş adamı olmakla ilgili bir direnç gösteriyorsun. Gerçek istediğin yazma, çizme, anlatma işini iş adamlığı için bırakıyorsun, evrenin mesajlarını almıyorsun” dedi. hayatımda ilk defa paraya varmanın amaç olmadığı, sürecinin zevkli olduğu bir iş yapıyorum, buradan kazanılan parayı daha bereketli buluyorum.

Dolandırıldıktan sonra ne oldu? İş çözülmedi mi?
Çözülmedi. Adam dolandırıcı, işi bu. Dolandırdığı sadece ben değilim. 10 – 11 kişiyi dolandırmış. Bizi birbirimize doladı. Bazılarımız yıllar sonra birleşip bu arkadaşa dava açmaya çalıştık ama o kadar güzel dolandırılmışız ki… Sonuç itibariyle bir çözüm elde edemedik. Yaptığıyla kaldı. Kimimiz muhasebelerimizi emanet etmişiz, kimisi güvenip adamla firma kurmuş. Çekleri imzalayıp boş boş vermişiz. Çekler başkalarına ve daha da kötüsü mafyatik tiplerin ellerine gitmiş. Çeklerle oynanmış, miktarları ona, yirmiye, otuza katlanmış. Ticaret yapan biriysen yıllar içinde çakallara, kurtlara karşı hareket etmeye alışıyorsun da bize sırtlan saldırdı. Bunu bilmiyorduk, hazırlıksız yakalandık. Bu konuda film yapacağım, kafam daha tam olarak iyileşmedi, o gün gelince fantastik komedi türünde film çekeceğim. Fantastik kısmı herifin bizi dolandırma şekli, komedi ise bizim gibi yıllardır ticaretle uğraşan, temiz, dürüst insanların düştüğü trajik durum.

İzmir’deki şirkete dönelim. Şirketi sattıktan sonra aileniz ne dedi? ‘Ne yapıyorsun?’ demediler mi?
Demişlerdir herhalde. Bıraktığım zaman İzmir’in en büyük şirketlerden biriydi. Hâlâ da öyle. Ham madde alanında bugün de Türkiye’nin en büyük şirketlerinden biri. Onu bırakırken elbette annemin babamın kafasında soru işaretleri oluşmuştur. Tek çocuktum ve biraz delibaş bir çocuktum. Bir de Beyazıt’ın büyüsüne onlar da kapılmış olabilirler. Bir yıl sinema programı yaptım. O zaman babam, “Oğlum, ticareti bıraktığın için içimizden sana söyleniyorduk ama demek ki senin elinden bu işler de geliyormuş, gurur duydum” demişti.

Anladığım kadarıyla ticaretten çok para kazanıyordunuz ama mutlu değildiniz, öyle mi?
Bayağı bayağı çok kazanıyordum. Tekneler, jipler… Gıda ham madde işi yaparken 300 küsur müşterimiz vardı. Her müşteri yılda bir kez seni ziyarete gelse, haftanın her gecesi bir balık restoranında birini ağırlıyorsun. Kaç kez yorgunluktan masanın altına yığıldım. Bir de bu tempoyla nasıl aile kuracaksın? Her gece bir başka muhabbet? Para çoktu ve o ara evli değilim, inanılmaz bir tempoyla çalışıyordum.

Aradan uzun zaman geçti ama ticareti bırakıp komedyenliğe geçiş yapmanız adına pişmanlık duyuyor musunuz?
Yok, şu an hayatımın iş anlamında en mutlu günlerini geçiriyorum. Kimseye muhtaç olmadan bir hayat geçirebiliyoruz. Bir pişmanlığım şu; keşke bu işlere 25 yaşında girmiş olsaydım ama o zaman da beni ben yapanları yaşamamış olacaktım. Daha önümde bir sürü zaman var. Şu an yaşadığım birçok şeyin zevkine vararak çalışıyorum. Bir insan sadece para için çalıştığında, hayatın akışında sahip olduğu parayı kaybederse üzülebilir. Çünkü amacını kaybetmiştir. Ben şu an para için çalışmıyorum, çalıştığım zaman ve iyi oldukça paranın geldiğini bildiğim bir iş yapıyorum. Mesela bir stand up için evde, ekran başında hazırlanırken yaşadığım heyecanı ya da sahneye çıkmadan önce bir dakika kala yaşadığım kalp çarpıntısını, sonra sahneye çıktığımdaki o adrenalin patlamasını, yazdığım şakaların karşılığını kahkaha ve alkış olarak almayı, oyun çıkışı seyircilerin bazılarının gitmeyip, bekleyip “Ağabey, biz seni çok seviyoruz, bir fotoğraf çekilebilir miyiz?” deyişi var ya… Bunlar paraya bin basar.

Komedyenliğinizin beslenme kaynaklarınız nelerdir? İnsanlara ne anlatıyorsunuz da güldürüyorsunuz, yaşanmışlıklar mı yoksa gözlem mi?
Gözlem tabii ki bu işin bir parçası. Ama ya öylesindir, gözlemci yani, ya değilsindir. Aslında yaşanmışlıklar benim için daha geçerli diyebilirim. Bugüne kadar çok dolu dolu yaşadım. Dünyayı dört döndüm, yabancı şirketlerle çalıştığım, ithalat yaptığım süre içerisinde 32 ülkeyi gezdim. O 32 ülkeyi gezerken binlerce insanlar tanıştım, onların hepsini not aldım. O zamanki halimle bile, seyahatlerimi, yaşadığım komik detayları dönünce insanlara anlatırım diye not alırdım. Bir bakmışım ki bu işe başladığımda 650 yazılmış hikâyeyi kenara koymuşum. Gözlemler devam etmiyor mu? Not almalar? Hayatın artık buna dönüşüyor bir yerden sonra. Mesela bu arada çocuğun oluyor, başlıyorsun çocuk hikâyeleri not almaya. Kendi düştüğün zor durumları kahkahaya dönüştürmeye çalışıyorsun. Çocuğun olmasından örnek veriyorum mesela; küçük oğluşunla ilgili yaşadığın gerçek bir sıkıntıyı anca arkadaşlarına anlatırsın, gülerler. Çünkü senin onlarda toleransın var, çok komik olmak zorunda da değilsin. Ama sahnede aynı hikâyeyi anlatırken bunu genelleyip ‘erkek babaları şöyledir, böyle yapar’ diye iki zekice tespitle süslersen… ‘Kız babaları da aslında böyledir’ diye arkadaşından gözlemlediğin bir konuyla detaylandırırsan, herkes kendinden bir şeyler bulmaya başlarsa, hazırlık cümlelerin bile zekice ve üstünde düşünülmüşse, bir de üstüne arkadaşlarına dümdüz anlatacağın hikâyeyi cümle cümle çalışıp, kendince mizahını maksimize edersen, işte bu sana bir, iki dakikalık bir komik stand up sekansı çıkar. Beş taneyi birbirine eklersen buna bir set deniyor işte. Bu seti de defalarca sahnede anlatıp seyirci reaksiyonunu ölçerek değiştirip mükemmelleştiriyorsun. Çok keyifli ama zorlu bir süreç.

Stand up’ın Türkiye’deki konumu nedir? Yeteri kadar ilgi var mı?
İstanbul gibi bir şehirde bile komedi kulübü çok az. BKM’nin bu sektörde gerçekten çok altı çizili, italik, bold bir durumu var. Bu konuda tartışılmaz bir marka ama nüfusa oranladığımızda çok daha fazla mizah alanında çalışan organizatör şirket ve mekân olması gerektiğini düşünüyorum. Ben yurt dışına gittiğimde de bu işe çok ilgi duyduğum için stand up komedi kulüplerine gidiyorum. Oralarda gördüğüm durum şu; bir stand up komedyeni bir gecede 8 tane komedi kulübünde çıkıyor. Adam, “Ben bir buçuk saatlik bir oyun yapayım da hemen kendime bilet keseyim” demiyor. İşe yeni başlamış bir adam da aynı komedi kulübünde çıkıyor. O, atıyorum 5 dolar, yıldız komedyen 300 dolar alıyor ama ikisi de aynı yerde çıkıyor. Bizde de buna ‘Açık Mikrofon’ deniyor ama sanki tecrübesizlerin kendini göstermeye çalıştığı bir yermiş gibi algılanıyor. Halbuki bütün komedyenler yeni hazırladığı 10 – 15 dakikalık setlerini bir stand up’çı olarak gidip 7 – 8 komedi kulübünde çıkarak denemeliler. Seyirciler o kadar kıymetli ki, pırıl pırıl beyinler var, gülmeye de hazırlar. Yeter ki sen onları güldürebil.


Eksik olan stand up yapılabilecek binaların azlığı mı?

Evet, kesinlikle. Eksik olan kulüpler, çok fazla kulüp olması lazım. Arz olması lazım ki talep olsun. Şu an koca 80 milyonluk Türkiye’de yüz stand up’çı yokuz Bu işi tam profesyonel olarak yapan belki yirmiyi geçmez.

Dijital medyadan da biliyoruz ki ilgi var, bu ilgi varken canlı gösterilerin yapılacağı mekânların sayısı neden artmıyor? 
Stand up’ın bir seyircisi kitlesi var ve gittikçe artıyor. Fakat ekonomik koşullarımız iyi değil. Bir kişi haftada kaç oyuna gidecek, kaç komedyeni canlı izleyecek? İstanbul, Ankara, İzmir dışındaki illerde ne olacak? Sevdiğin komedyen bekle de senin şehrine gelsin… Yok ki o şehirde gidilebilecek bir komedi kulübü. Komedyen o şehre nasıl gelecek? Mekânlar artarsa komedyenler de, seyirci de artar.

Komedi anlayışı sık sık değişiyor mu? Değişiyorsa komedi anlayışınızı nasıl güncelliyorsunuz?
Bana çok özel gelen bir örnek vereyim. Meşhur stand up’çı Jerry Seinfeld, Seinfeld sitcom’unu yaptıktan sonra yaklaşık bir milyar doların sahibi oldu. Fakat bu anlatma işi bir hastalık. Ben bir tane daha sitcom yapayım da 2 milyar dolarım olsun peşine değil, “Ben tekrar sahneye çıkayım, tekrar o karın ağrısını çekeyim, tek başıma insanların karşısına çıkıp güldürüp güldüremeyeceğime bakayım” demiş. Bunu da belgeselleştirmişler. O belgeselde ilk çıktığı komedi kulübünde eski arkadaşlarıyla beraber bir konuşma yapıyorlar, kendi aralarında muhabbet ediyorlar. Diyorlar ki “Dünyada adalet diye bir şey yoktur, ama adalete en yakın şey stand up’tır.” Örneğini bir ABD’li üzerinden veriyorlar. Ben burada Türkiye üzerinden bir örnek vereyim. Bir sanatçı seçelim, bu sanatçı yapmış olduğu işler, geçmişi ve sahip olduğu yeteneğinden dolayı sorgulanamaz birisi olsun. Örneğin Haluk Bilginer olsun. Haluk Bilginer ortaya çıksın ve desin ki “Ben stand up yapıyorum.” 500 liradan, 1000 liradan bilet satar mı? Satar. İlk geceyi ağzına kadar doldurur mu? Doldurur. Stand up o kadar keskin bir şey ki. O hayranlıkla seyrettiğin, sesine, tonlamasına hayran olduğun Haluk Bilginer’e bile seyircilerin göstereceği tolerans en fazla 5 dakikadır. 5 dakika sonra Haluk Bilginer komik değilse hiç kimse gülmez. Stand up seyircisine vermiş olduğun söz, “Sizi güldüreceğim”dir. Güldüremezsen kim olduğuna bakmaz, “Ayıp oluyor,gülelim” demez. Sen çünkü sözleşmenin kendi tarafına uymamışsındır. Öyle hassaslar ki bu konuda, iki dakikalık setindeki her şakana gülüyorlar, iki dakikanın sonundaki on saniyede eskide kalmış ve hatta eskiden güldükleri bir şakaya gülmüyorlar. O kadar belirgin ki, şoka uğruyorsun. “Eskiden gülüyorlardı” diyorsun. Demek ya bu konuda bir hassasiyet oluşmuş ya da mizahı eskimekte. At gitsin, yeni şaka yazmalısın. Twitter var şu an, iki cümleyle dünyanın en büyük mizahının döndüğü, her komedyenden daha komik bir ortam var. Ama o bir cümlelik komik o çocuk her dakika öyle cümle kuramıyor, orası ayrı mesele. O son derece komik, ince mizahtan bizi o kadar çok etkiliyor ki espri anlayışımız sürekli değişiyor.

Şakasını yapmayacağınız konular nelerdir?
Benim hayat anlayışıma göre cinsiyetçi şakalar ve ırkçı şakalar ofansiftir. Ofansif mizah yapan arkadaşlarımız var, saygıyla karşılıyorum, mizahın matematiği adına izlerken gülüyorum da. Ofansif mizahın, düşünce özgürlüğünün tavan yaptığı ABD ve İngiltere’de bile çokça tartışılan bir konu şu; “Her şeyin mizahı yapılabilir mi?” Dünyadaki birçok komedyen diyor ki “Ben seyircimi rahatsız eden konularda da mizah yapıyorum çünkü bu konulara dikkat çekmek istiyorum.” Evet, mizahın böyle bir misyonu da olabilir ancak toplumsal toleransımız bu ülkelerle aynı değil. Ülkemizde 80’ler ve 90’larda daha ofansif mizah vardı. Şimdilerde yok, bu kesin. Benim özelimde; hangi politik görüşe, hangi düşünceye, nasıl bir aile yapısına sahip olduğunu bilmediğim kocaman bir kalabalık var karşımda ve onların hiçbirini kırmamak ve gücendirmemek için keskin konulara şahsen girmiyorum. Politik şaka yapmıyorum çünkü bizimki politika değil futbol taraftarlığı. Aynı pozisyona bakıp biri “Penaltı” diye kendini yerden yere atarken, diğeri “Hiçbir şey yok, kalk oyna” diye bağırıyor. Tabii tutamıyorsun kendini, özgürlüklerle ilgili şakalar yapıyorum, Twitter’da yediğimizin linçlerle ilgili şakalar yapıyorum, Youtube’daki video altındaki cehaletle ilgili şakalar yapıyorum.

Lince uğrama riski de var tabii…
Sosyal medya linci bizim doğamız artık. Geçenlerde şöyle bir şey oldu; yangınlarla ilgili bir konu konuşulurken, yangının söndürülmesine destek veren sanatçı arkadaşlarımızdan biri linç yiyordu, bayağı da üzülüyordu. Ben de yazdım altına, dedim ki “Ağabey, boş ver iyilik yap denize at, takma kafana” Haydi bakalım, ben de ufak bir linç yedim mi alttan alttan? Hepsi bir başkaydı da, en fantastiği şu: kızın biri diyor ki “Denize hiçbir şey atmayın kardeşim. Sen de sanatçı olacaksın, bu dili bırakın artık” Yahu iyilik yap deniz at derken pet şişenin içine 200 TL koy da at demedim ki? Bir kayak hikâyem var… YouTube’daki kanalımda biri kayak hikâyemin altına yorum yapıyor, “Yalan söylüyor” diyor, küfür ediyor. Ağabey, ben videoda 17 dakika düşüyorum, 17 dakika düşülür mü? Tabii ki yalan söylüyorum niye küfür ediyorsun bana? Ama buna yalan söylemek denmez, ben bu hikâyeyi ilk anlattığımda 6 dakika anlatmışım. Yıllar içinde oturmuşum, yeni tespitler, detaylar eklemişim, belki iki yüz küsur kez seyirci önünde denemişim. Şimdi 17 dakikalık blok bir kahkaha canavarına dönüşmüş. Canlı izleyen gülmekten boğuluyor arada. Sen bedava izliyorsun, gül, gülme, izle veya izleme geç, neden küfür ediyorsun? Aşık Veysel’in TRT’nin Youtube kanalında ‘Uzun İnce Bir Yoldayım’ videosu var. Onun altında da “Görüntü kalitesi kötü” diye yorum yapılmış. Yahu bu adamın görüntüsü olduğuna dua edin. Beethoven’ın ‘Ayışığı Sonatı’nın altında otuz, kırk bin dislike var. Neyini beğenmediniz bu sonatın mesela? O yok.

Bu tür yaklaşımlar yeni projeleri etkiliyor mu?
Bu işi yaparken bunlara alışık olmak lazım. Benim mesela YouTube’da ‘Anlatanadam’ kanalında ‘Kolay mı? Zor mu?’ diye bir işim var. İzleyici son derece keyifle, kahkahalarla izliyor. Kendine ait güzel bir kitesi var, duyuldukça daha da genişleyecek ama videonun altına biri “Bu adam komik değil” diye yorum yapıyor. Yapsın, zaten komedi subjektiftir. Sana komik gelmeyen başkasına çok komik gelebilir, çok doğal. Ertesi hafta yeni video altına yine konmuş sinek gibi “Bu herife gülen de ne bileyim” yazmış. Yahu fikir özgürlüğü var tabii ki istediğini söyleyecek de “32 dakikamı geri ver” diyor. Kardeşim, o zaman ilk on iki dakikada çık, ben sana on iki dakika vereyim. Beğenmediysen videonun tamamını her hafta neden izliyorsun? Çoğunluk çok beğeniyor ama bu türdeki tek tük kişilerin yaklaşımlarına alışık olmak lazım. Özellikle mizahçıların yaptıkları işler o kadar net bir şekilde eleştiriliyor ki ben bunu etrafımdakilere şu şekilde anlatıyorum. Mesela benim babam Cem Yılmaz’a gülmüyor. Halbuki Cem Yılmaz bu işte kraldır. Dünya çapında ünlü ama mizah olarak Cem Yılmaz’a ulaşamamış. Cem Yılmaz, benim gözümde bambaşka bir şeydir. Fakat babam Cem Yılmaz’a gülmüyor, “Kendi anlatıyor kendi gülüyor” diyor. Bu, Cem Yılmaz’ın işinde kral olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi babamın da mizah anlayışının kötü olduğunu göstermez. Babam Cem Yılmaz’ın işlerini beğenmiyor demek ne babamı küçültür ne Cem Yılmaz’ı. Bu kadar basit. Herkesin kendine ait bir mizah anlayışı vardır.

Komedyenlerin ünlü olduktan sonra sokağa çıkıp eskisi kadar dış dünyayı gözlemlemediklerini ve çevrelerinin hep aynı kişilerin oluştuğunu, bunun da beslenme kaynaklarını azalttığını düşünüyorum. Doğru mu düşünüyorum? Ünlü olmak komedyenler için bir dezavantaj mıdır?
Bu noktada çok ünlü olmak dezavantaj. İncelediğin toplumun içine giremiyorsun ki, yaşamak istediklerini yaşayamıyorsun. İlişkilerin didikleniyor, giydiğin, bindiğin, yediğin, içtiğin… Bu kadar ünlü olmak istemem.

Başarılı olduktan sonra illaki ünlü olunuyor ama… İllaki bir B planı vardır…
Kendi kitleme göre ünlüyüm tabii ama ünüm ülke geneline yayılmış değil. Ünlü olmak herkes için zorlayıcı olsa gerek. Artık kimse o boyutta ünlü olamaz gibi geliyor bana.

Neden olamaz?
Beyazıt Öztürk televizyonun televizyon olduğu 20 yılda, memleketin en büyük kanalında, memleketin en büyük talk show’unu yaptı. Artık böyle bir mecra yok ki? Cem Yılmaz da kulaktan kulağa bu işi Türkiye’de ilk yapan ve en iyi yapan insan olarak halihazırda. Zaten bambaşka bir yere geldi. Hatta insanlar Cem Yılmaz’ı öyle bir yere koydular ki her çıkan yeni komedyen Cem Yılmaz’la karşılaştırıldı. Mesela hâlâ şöyle bir soru var; “Komedyenler neden siyah giyiyor? Cem Yılmaz etkisi mi?” Vallahi Cem Yılmaz’ı bilmem ama ben ışığı soğurmaya çalışıyorum. Yani bir kara delik etkisi yaratarak göbeğimi saklamaya uğraşıyorum. Sorunun özüne gelirsek; Cem Yılmaz, şimdi çıksaydı yine bir Cem yılmaz olur muydu? Olurdu. Ünlü olmak ana akım gerektiriyor. Ana akım Cem Yılmaz’a bir sardırdı, bütün magazin programlarında Cem Yılmaz vardı, “Acaba ne demiş?” diye az sonra, az sonra bekleşiyorduk. Şu an ana akım tek kişiye böyle sardırmış olsa o da olur ama ana akımın tadı var mı artık? İşte benim sorum da bu.

Ana akımın ilgilenmesi için ne yapmak lazım?
Ana akımın ilgilenmesi için bir defa muhteşem bir PR lazım. Bu memlekette insanlar senin oyununun güzelliğine değil, seni bir yerde görüp senin komik olduğuna kendini inandırıp dünya gözüyle görmeye geliyorlar. Oyun da güzelse, işte bağ o zaman kuruluyor. Biraz rüzgar lazım yani… Bu işi yapıyor olmak ana akıma girmeye yeterli değil. En azından bir film yapmak gerekebilir. Zaten bir film yapmadan ölürsem gözüm açık gidecek. Üç adet senaryom var, yazdıkça da yazıyorum. İlk karşılaştığımızda “Film var mı?” diye sordun ya. Çok doğal bir şey. Film yoksa seni nereden göreceğiz? Haydi İstanbul, Ankara, İzmir’de sahneye çıkıyorum. Mersin’de beni nasıl bilecekler? Konya’da? Erzurum’da? Eskisi gibi programlar da yok ki, konuk olalım izlesinler. Program olsa da eskisi gibi izleyen yok, o da ayrı. Dediğim gibi senaryolarım var, bir gün film olacak inanıyorum. Stand up için düzenli yazmamın dışında bir de mizahi öykülerim var. İki kitaplık öykü hazır, hatta ilk kitap ‘Öyküler Anlatanadam’ editöryel çalışmayı da geçti, yayın bekliyor. Yayın evi, her şeyi belli. Mizah öyküleri bunlar, başucu kitabı gibi tatlı tatlı biten, bazıları gerçekten kahkaha attıran. Biraz daha ünlü olayım ondan sonra çıkartacağım tabii, az kaldı.

Kitap yayımlamak için ünlü olmak neden şart?
Kitabın satması için. Kitapları isimler ve kapak satıyor biliyorsunuz. Aynı stand up kafası. “Şu kitap çok güzel mutlaka okumalısın” diye kulaktan kulağa yayılması başka, inandığınız bir ismin kitabına sorgusuz sualsiz uzanmanız başka. Oradan gelecek olan parayla ilgili değilim ama 6. baskı, 8. baskı, 10. baskı demiş olsak fena mı olur? Alıp da şimdi kitabımı arkadaşlarıma mı dağıtayım ağabey ya? “Anlatanadam’ın kitabı da çıkmış, çok iyidir kesin” diye alınsın, okuyunca da memnun kalırlarsa işte o zaman o bağ kurulur, aynı stand up’ta olduğu gibi.

Kendinizi gösterebileceğiniz alan sahne ve Youtube’un dışında kısıtlı mı?
Youtube’da yeni projem ‘Kolay mı, Zor mu?’ var. Mizahi bir bilgi yarışması. Formatı bana ait gerçek bir yarışma aslında ama ben komiklikler şakalarla sulandırıyorum. İşte Youtube’daki projeyi izleyecek insanlar ve diyecekler ki “Bu adam çok komik biz bunun oyununa gidelim” Sistem, böyle çalışıyor. Benim zaten oyunlarım şu an istediğim ölçülerde doluyor ama kim 1000 kişilik, 3000 kişilik sahnelerde çıkmayı istemez? Mesela, bizim Rabarba Comedy Night’ımız var, göz ağrımız, canımız. Moderatör olarak ‘İlişki Testi’ ve 13 yıllık radyo programı Rabarba Comedy Night’tan tanıdığınız Mesut Süre ve Rabarba radyo programının daimi konuklarından Erman Arıcasoy, Cem İşçiler, Fazlı Polat ve ben birlikte sahne alıyoruz. Dört yıllık bir proje, Firuze Özdemir ve Kemal Ayça da dahildi ama şu an beş kişiyiz. İddia ediyorum, gülme sıklığı açısından, kahkaha desibeli açısından oturup ölçseler herhalde Türkiye’de açık ara birinci seviyededir Rabarba Comedy Night. Bu iş pandeminin de hafiflemesiyle, artık turnelerde aynı gün matine suare yapmaya, bin kişilere ulaşmaya başladı. Tabii bu da bizim için bir reklam ortamı. Ben orada kendi oyunumdaki iyi bir 15 dakikayı anlatıyorum ve diyorlar ki “Bu adam çok komik, biz bunun tek kişilik oyununu da seyredelim.”